
Gerçek gazetesi
Podcast by Gerçek
7 vrk ilmainen kokeilu
Kokeilun jälkeen 7,99 € / kuukausi.Peru milloin tahansa.

Enemmän kuin miljoona kuuntelijaa
Tulet rakastamaan Podimoa, etkä ole ainoa
Arvioitu 4.7 App Storessa
Lisää Gerçek gazetesi
Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri
Kaikki jaksot
343 jaksot
PKK silah bırakma doğrultusunda ilk adımı atmaya hazırlanıyor. PKK adına yapılan açıklamada Süleymaniye’de 20-30 kişilik bir grubun sembolik bir törenle silahlarını imha edileceği açıklandı. Dem Parti de "Bir grup PKK üyesinin önümüzdeki günlerde Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında yapılacak bir etkinlikle kongre kararları doğrultusunda adım atması bekleniyor" dedi ve yazarlardan, kurum temsilcilerinden oluşan bir grubu süreci gözlemlemesi için bölgeye götüreceklerini açıkladı. Erdoğan da “silah bırakma kararını uygulamaya başlamasıyla süreç biraz daha hız kazanacaktır” diyerek bu gelişmeyi doğruladı ve AKP Genel Başkan Vekili Efkan Ala ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’la birlikte Dem Parti heyetiyle görüşme gerçekleştireceklerini ekledi. Süreç bıçak sırtında Sembolik gösterilerle sürecin pürüzsüz ilerlediğine dair bir izlenim yaratılmak istense de durum farklı. PKK fesih ve silah bırakma doğrultusundaki kongre kararlarını açıkladığı süreçte Milli Savunma Bakanlığı askeri operasyonların devam ettiğini açıklamıştı. Daha sonra PKK drone kullanarak 3’ü ağır 10 askerin yaralandığı bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırının ardından iktidar cephesinden çok sayıda eleştirel ses yükselmeye başladı. Baştan itibaren sürece karşı konumlanan Zafer Partisi gibi çevreler de muhalefet dozunu arttırdılar. Ancak tüm bu karşıt sesler “örgüt içinde süreci baltalamaya çalışanlar var” denerek itidal çağrılarıyla geçiştirildi. PKK liderlerinden Mustafa Karasu ise karşı taraftan birebir aynı sözlerle “devlet içinde bir kesim bu süreci bozmak istiyor” diyerek sürece dair eleştiriler yükseltti. Mustafa Karasu’nun sürece karşı olduğu için PKK Olağanüstü 12. Kongresi’ne katılmadığı hatta infaz edildiği söylentileri çıkmıştı. Mustafa Karasu’nun devleti adım atmamakla suçladığı ve sürecin tıkanmakta olduğunu ima ettiği konuşmaları PKK yayın organında yayımlandı. Gizli diplomasinin ardındaki gerçekler Belli ki arka planda yoğun bir gizli diplomasi ve müzakere süreci işliyor. Halk hiçbir şekilde olan bitenden haber edilmiyor. Sürecin arka planında Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta Kürt coğrafyasına sömürgeci bir himaye ile nüfuz etme çabası var. Pazarlıklar bu doğrultuda ilerliyor. Belli ki demokrasi, özgürlükler bu masada yok! AKP-MHP sürekli sivil, demokratik anayasadan bahsediyor ama mevcut anayasayı dahi her gün ayakları altında çiğniyor. Yarı yolda kalmış bir infaz düzenlemesi ile tahliyeler sağlansa da hapishaneler boşalmak bir yana daha da fazla dolup taşıyor. İstibdad rejimi Kürt illerindeki kayyımları kaldırma doğrultusunda en ufak bir adım atmazken kayyım rejimini CHP’li belediyelere genişletiyor. Kürt hareketi hiçbir düzeyde bu gelişmeleri süreci yürütmeye engel olarak görmüyor. Her açıklamada baskılara dair sert bir karşı çıkış görülmüyor sadece sitem ediliyor. Baskıcı uygulamaların sürece katkı sağlamadığından dem vuruluyor. Hani süreç “demokratik toplum” süreciydi? AKP-MHP, açılım için tekrar adres benim, “Kent uzlaşısı” gibi sandıkta iktidarı zorlayacak politikalardan vazgeçin diyor! “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için hapiste olan Selahattin Demirtaş bile Erdoğan ve Bahçeli’ye uzun ömürler dilemeye başladığına göre belli ki Kürt hareketi Cumhur İttifakı’na olumlu cevap veriyor. Demek ki demokrasi ve özgürlükler sadece istibdad rejimi için değil Kürt hareketi için de sürecin asli unsuru değil sosudur! Süreç burjuvazinin sömürgeci çıkarlarına yaslanıyor ve emperyalizmin himayesinde yürüyor

1967’de İsrail ile bir dizi Arap ülkesi arasında yaşanan “Altı Gün Savaşı” hatırlanınca, İsrail’in İran’a açtığı, ABD’nin de bir günlüğüne karıştığı savaş için en uygun ad “12 Gün Savaşı”. İran’ın, gerek İsrail’in ilk günkü bombalamasından ve hedefini on ikiden vuran suikastlarından itibaren çok zayiat vermesi, gerekse Amerika’nın B-2 uçağından attığı dünyanın en ağır bombasının Fordo nükleer tesisinde ciddi hasar yaratması dolayısıyla bu savaşta ciddi bir dayak yediği izlenimi pek yaygın. Oysa ilk izlenimler her zaman en isabetli sonucu vermez. Savaş tarihi açısından çok özel bir yer tutan bir davranışla karşı karşıyayız: Trump neden bir gün dünyanın en tahripkâr bombasını İran’ın tepesine fırlattı, ama ertesi gün her iki ülkeyi de ateşkese zorladı? Bunu doğru yorumlamadan bu savaşın kazananını kaybedenini tespit etmek mümkün değil. Bunu doğru yorumlamak için de İsrail’in bu savaşı neden başlattığını ve (Trump’ın baskısı altında) neden bitirdiğini anlamak gerekiyor. İsrail için bu savaş, Ortadoğu’yu (Batı Asya’yı) “direniş ekseni”nden arındırma savaşının yeni (ve umuluyordu ki belirleyici olacak) bir evresi idi. Hamas’ı yenilgiye uğratamamakla birlikte Gazze’yi yerle bir etmişti. Hizbullah’ı, çok geniş bir lider kadrosunu öldürerek hareket edemez hale getirmişti. Suriye’deki Baas rejiminin varlığına (Erdoğan Türkiye’sinin yardımıyla) nihayet son vermişti. İran’a saldırı, rejimin devrilmesi için ortam hazırlamayı hedefliyordu. Gerekçe olarak da İran’ın nükleer silah geliştirmesinin yarattığı “hayati tehlike” kullanılıyordu. İran’ın ilk günden sonraki yanıtı bu ülkenin kolay yutulacak lokma olmadığını gösterdi. İsrail İran’da ağır zayiata yol açtı ama karşılığında kendisi de esaslı bir sille yedi. Belki bundan da önemlisi, İran halkının hatırı sayılır muhalif kesimleri, rejime karşı son derecede tepkili olmasına rağmen İsrail’in saldırısı karşısında vatan savunması uğruna safları sıklaştırdı. İki bölgesel düşman arasındaki ilişkiler bu minvalde iken Trump’ın “bir gece ansızın” B-2 ile İran semalarında görünmesinin ama ertesi sabah savaşı bitirmek için kolları sıvamasının tek bir anlamı vardı. Belki aylar, belki uzun yıllar sürecek ve kazananı olmayacak bu savaşı müttefiki Netanyahu’nun prestijini yerle bir etmeden bitirmek için onun arkasına sığınabileceği bir efsane yaratmak. İran’ın nükleer silah imal etme kapasitesini “yok etme” iddiası sadece bu anlamı taşıyordu. Pentagon istihbaratının CNN ve New York Times’a sızan raporu ve Birleşmiş Milletler Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun sözcüsünün açıklaması İran’ın kapasitesinin sadece birkaç aylığına ertelenecek ölçüde hasar gördüğünü söylüyordu ama Trump “yok ettik” nakaratına devam etti. Neden? Çünkü Netanyahu aynen Suriye’de Beşar Esad’ı devirdiği gibi İran’daki rejimi de devirmek amacıyla savaşa girerken gerekçe olarak “nükleer silahlanma tehdidi”ni göstermişti. Trump, “nükleer tehdid”in “yok edildiği”ni söyleyerek Netanyahu’nun gerekçesini elinden alıyordu. Hem kazanılamayacak bir savaş bitsin hem de kendi MAGA hareketindeki Ortadoğu’da savaşa girmeye karşı unsurlar sussun diye bunu yapmak zorundaydı. O zaman demek ki İran “dayak” yememiştir! Aksine İsrail amacına ulaşamamıştır. Savaştan zararlı çıkan odur. Belki İran zafer kazanmıştır demek doğru değildir ama yenilmediği, savaşın esas İsrail’in İran’a tek başına ölümcül bir tehdit olmadığını kanıtlayarak güç dengesinde ibreyi İran lehine çevirdiği kesindir.

Erdoğan ve AKP iktidarı CHP’li belediyelere, muhalif siyasilere, gazetecilere, akademisyenlere yönelik baskı, gözaltı, tutuklama kampanyası ile tam bir baskıcı ve keyfî yönetim yani istibdad rejimi örneği sergiliyor. İstibdad rejimi bu kampanyayı yolsuzlukla mücadele kılıfına sokuyor ama mızrak çuvala sığmıyor. Emekçi halkımız CHP’yi bilir, CHP’liler de dahil hiç kimse CHP’li belediyelerde yolsuzluk yoktur demez. İktidar, CHP’nin burjuva sınıf karakterini hem kendi eylemlerini yoksul halk nezdinde meşrulaştırmak için hem de CHP’nin içinden kendisine hizmet edecek elemanlar devşirmek için sonuna kadar kullanıyor. Ama gelinen aşamada AKP iktidarı sanki ringde sağlı sollu yumruk atmaktan yorulup bitkin düşen bir boksör gibi kendi kendini tüketmeye başladı. Çünkü emekçi halkımız AKP’yi de bilir. Kimse yolsuzluğun sadece CHP’li belediyelerde olduğuna, AKP’nin MHP’nin belediyelerinin pirüpak olduğuna inanmaz. Buna AKP ve MHP seçmenleri de dahildir. CHP’li Mansur Yavaş Ankara’da AKP’li Melih Gökçek dönemine ait 100 yolsuzluk dosyasını yetkili makamlara sunduğunu ama tek bir soruşturma açılmadığını söylüyor. Hangi Melih Gökçek? AKP’li Bülent Arınç’ın Ankara’yı parsel parsel cemaate satmakla suçladığı, Tayyip Erdoğan’ın istifasını isteyip görevden el çektirdiği Melih Gökçek! Şimdi Erdoğan nasıl kendi partisinin belediyelerinin temiz olduğunu iddia edebilir? Eğer Ankara’da Melih Gökçek’i, İstanbul’da Kadir Topbaş’ı istifa ettirdikten sonra bu kişilere fiilî dokunulmazlık zırhı sağlamamış olsaydı belki biraz olsun inandırıcı olabilirdi. AKP iktidarının yolsuzlukları için ihbara, itirafçıya, gizli tanığa da gerek yok. Sayıştay raporları sayısız yolsuzluk örneği ile dolu. Ama Sayıştay’ın yaptırım yetkisi yok. Sayıştay’ın devletin açıkça zarara uğratıldığını ortaya koyduğu vakalarla ilgili sorduğu sorulara hükümetin resmî cevap yazıları ise hep aynı: İdarenin takdir yetkisi… Bu idarenin takdiri nedense halka karşı hep cimrilikle, ama müteahhitlere, oligarklara, bankalara, holdinglere bilhassa da yabancı sermayeye alabildiğine cömertlikle tecelli ediyor. İngiliz Mehmet’in (Mehmet Şimşek İngiliz vatandaşıdır) işçi düşmanı Orta Vadeli Programı nalıncı keseri gibi hep sermayeden yana yontuyor. Örneğin idarenin takdiri ile asgari ücrete ara zam yapılmadı. Dört kişilik bir aile için açlık sınırı 26 bin lirayı, yoksulluk sınırı 85 bin lirayı, bekar işçinin yaşam maliyeti 33 bin lirayı geçti, asgari ücret 22 bin lirada kaldı. İdarenin takdiri ile doğalgaza yüzde 25 zam yapıldıktan günler sonra aynı idare kamu işçilerine yüzde 17 ücret zammı teklif etti. İktidar, yaz rehavetiyle, okulların kapanmasıyla muhalefetin mitingleri sönümlenir diye umarken bu sefer işçiler meydana iniyor. İktidarın arka bahçesi olarak gördüğü Türk-İş ve Hak-İş, ardı ardına eylem kararları almak zorunda kalıyor. Sendika bürokratları gaz almak için, dostlar alışverişte görsün diye bu eylemleri düzenliyor ama işçiler AKP il binalarının önünde yürekten gelen bir coşkuyla, hançerelerini yırtarcasına “AKP işçiye hesap verecek” diye haykırıyor. Haykıranlar sadece CHP’liler ya da muhalifler değil! Birçoğu AKP’ye ve MHP’ye oy vermiş olan işçiler! Hangi partiye oy vermiş olursa olsun bu işçiler bıçak kemikte diyerek alanlara indiler. Ardından işyerini terk etmeme eylemleri geliyor, 17 Temmuz’da da “bir gün işe gelmeme” adı altında bir günlük fiilî grev var! Kamu emekçilerinin (memurların) toplu sözleşmesi ise Ağustos’ta! Kamu emekçilerinin grev hakkı tanınmıyor. Dahası sözleşme süreci okulların kapalı olduğu döneme getiriliyor ki en kalabalık ve örgütlü kamu emekçileri kesimi hizmet üretiminden gelen gücünü pazarlık masasına koyamasın. Ama kamu emekçisi için de artık bıçak kemikte! 1 milyondan fazla üyesiyle yetkili konfederasyon olarak masaya oturan Memur-Sen, bugüne kadar AKP’nin memur kolu gibi çalıştı, bugünden sonra AKP ve MHP seçmeni memurları bile ikna edebilir mi şüpheli…

Tüm Türkiye’nin CHP’li belediyelere yönelik hukuki kılıfa sokulmuş siyasi operasyonları tartıştığı, hukuksuzluğun, keyfiliğin kol gezdiği, masumiyet karinesinin ayaklar altına alındığı bir ortamda Gaziantep’te bir dava görüldü. Tekstil işçilerinin lideri Birtek-Sen Genel Başkanı Mehmet Türkmen yargılanıyordu. Bu davada bulunmak ve Mehmet Türkmen’in yanında olmak bir sınıf dayanışması göreviydi. Devrimci İşçi Partisi’nin dayanışmasını göstermek, onun mücadelesini takdirle takip eden ve örnek alan öncü işçilerin selamlarını iletmek için oradaydık. Mehmet Türkmen, Şubat ayında Başpınar’da binlerce tekstil işçisinin sefalet ücretlerine karşı artık yeter diyerek fiili grevlere girdiği mücadele dolayısıyla “suç işlemeye tahrik” ve kötü ünlü 301. Maddeden yargı organlarını aşağılamaktan suçlanıyordu. Eylemler süresince gözaltına alınmış, tutuklanmış, bir ay cezaevinde kaldıktan sonra ev hapsine çıkartılmıştı. Daha sonra ev hapsi uygulaması da kaldırılmıştı. Ama ev hapsi sürecinde hastaneye gittiği gerekçe gösterilerek (gerekli bildirimleri de yaptığı halde) yeniden ev hapsine alındı. İşçilerin önderi dört aydan fazla fiilen sendikacılık yapamaz hale getiriliyordu. Anayasa’nın örgütlenme, sendikalaşma, toplanma haklarını düzenleyen maddeleri ayaklar altına alındı. Aylar sonra 4 Temmuz’da görülen duruşmada Mehmet Türkmen emeğin haklarını müdafaa eden ve istibdadı yargılayan bir savunma yaptı. Ev hapsi kaldırıldı ama savcı mütalaasında halen ceza verilmesi isteniyordu. Duruşma ertelendi. Şubat ayında Gaziantep’i saran işçi eylemleri kontrol altına alınamamış, büyüdükçe büyümüş, fabrikadan fabrikaya sıçramıştı. Patronlar, işçilerin insanca yaşam için talep ettiği ücretleri kabul etse, hatta oraya bile gitmeye gerek yok işçilerle insan gibi pazarlığa otursa mesele çözülecekti. Ama hayır. Patronlar işçileri köleleri olarak görüyordu. Patronlar görüşmeye işçileri değil valiyi çağırdılar. Çakarlı araçlar geldi. İçeride toplantı yapıldı. Toplantı bitmeden patronların korumaları gelip “eyleminiz yasaklandı birazdan gelip sizi dağıtacaklar” diyerek işçileri tehdit etti. İşçiler, valiliğin eylemleri yasaklama kararını daha resmi olarak ilan edilmeden patronun korumalarından duyuyordu. Mehmet Türkmen’in tahrik ettiği iddia edilen suç, valilik yasağına rağmen işçileri eyleme çağırmak. Sendika, Valilik tarafından alınan yasaklama kararını idare mahkemesine götürdü. İdare mahkemesi yasağı hukuka aykırı buldu, iptal etti. Bölge idare mahkemesi iptal kararını kesinleştirdi. İşçi eylemlerinin suç olmadığı tescil edildi. Ama hâlâ Mehmet Türkmen’in, suç işlemeye tahrikten yargılanmasına devam ediliyor. 301. Maddeye konu olan eylemleri ise, yaşanan bu olay sonrası valinin hukuku ayaklar altına aldığını söylemek ve yargıyı patronların istekleri doğrultusunda hareket etmekle eleştirmek. Polis şefleri savcılığın odasına defalarca girip çıkarken ve uzun görüşmeler yapılırken, Mehmet Türkmen de kapıda ifade için saatlerce bekliyor. Saatler geçtikten sonra görülmedik şekilde apar topar soruşturma savcısının değiştirildiğini öğreniyorlar. Yeni savcı ifade bile almadan tutuklamaya sevk ediyor, mahkeme de mührü basıp işçi liderini hapishaneye gönderiyor. Sonra Mehmet Türkmen bunları eleştirince yargı organlarını aşağılamış oluyor. Mehmet Türkmen, CHP’li, DEM Partili ya da başka partilere oy vermiş muhalif işçilerin temsilcisi değildi. AKP’li, MHP’li işçilerin de ekmek ve hürriyet mücadelesine önderlik etti. Dahası var. İşçilerin karşısında sadece AKP’li patronlar yoktu. Fabrikasının önünde işçileri içeri sokmaya çalışırken, Mehmet başkan “sen bu işçilerin emeği ile zengin oldun” deyince “Bana zenginliği Allah verdi” kibriyle yanıt veren AKP milletvekili çok gündem olmuştu. Ama Mehmet Türkmen hakkında şikayetçi olan patronlar arasında sadece AKP’li patron yoktu, CHP Gaziantep milletvekilinin tekstil patronu kardeşleri de vardı. Yani işçiler ekmeği için ayrı gayrı demeden birleşirken patronlar da çıkarları için el ele veriyorlar.

Bugün Türkiye, işçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) alanında dünyada en kötü istatistiklere sahip ülkeler arasında. İSİG Meclisi verilerine göre 2024 yılında Türkiye’de en az 1.897 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu tablonun ortaya çıkmasında, Türkiye işçi sınıfının çalışma koşulları, örgütlülük düzeyi gibi etkenlerin yanında İSİG hizmetlerinin organizasyonunun da payı büyük. İstanbul Tabip Odası tarafından yayımlanan İstanbul’da Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimlerine (OSGB) Bağlı Çalışan İşyeri Hekimlerinin Çalışma Yaşamı başlıklı araştırma raporu, İSİG hizmetlerinin çok önemli bir bileşeni olan işyeri hekimlerinin istihdam biçimine ve çalışma koşullarına odaklanıyor. Rapor, işyeri hekimlerinin sorun başlıklarının işçi sınıfıyla ortak olduğunu gösteriyor ve yürütülmesi gereken mücadele şekline dair önemli veriler sunuyor. Bugün bize belki çok doğal gelse de işyerlerinde işçilere yönelik İSİG hizmetlerinin sunulması işçi sınıfı mücadelelerinin tarihsel bir kazanımıdır. Kapitalizmin erken dönemlerinde işçileri sıklıkla maruz kaldıkları iş kazalarından, meslek hastalıklarından ve iş cinayetlerinden koruyacak bir mekanizma bulunmuyordu. İşçi sınıfının, çalışma koşullarında iyileştirme sağlamak amacıyla sendika ve parti düzeyinde örgütlenmeye başlamasıyla beraber, İSİG’e dair talepleri de oluşmaya başladı. Patronlar için ciddi bir gider kalemi olan İSİG’e dair bu talepler, işçi sınıfının diğer talepleri gibi on yıllara yayılan mücadeleler sonucunda kazanıldı. İşyeri hekimliğinin -ve elbette işyerini denetlemek üzere ortaya çıkan diğer mesleklerin-, kendine has ayrı bir uzmanlık/branş olarak gelişimini işçi sınıfının mücadelelerine borçluyuz. Dolayısıyla işyeri hekimliğinin doğuş amacı; özünde tek amacı kâr etmek olan, insan sağlığını, kâr etmek uğruna hiçe saymaya eğilimli kapitalist üretim sürecini işçilerin sağlığını korumak için düzenlemek ve disipline etmektir. Yani, işyeri hekimliği, işin doğası gereği patronla karşıt bir pozisyondadır. Türkiye’de uzun yıllar işyeri hekimlerinin sertifikasyonu, çalışacakları işyerlerinin, iş sözleşmelerinin ve asgari ücret tarifelerinin belirlenmesi Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile tabip odalarının yetki ve sorumluluğundaydı. Patronlar, hekimlerin emeğini ucuzlatmak istiyor ve üretim hattını istedikleri gibi düzenlemede hiçbir engelle karşılaşmak istemiyordu. Nihayetinde, 1 Ocak 2013 tarihinde yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile TTB ve tabip odalarının işyeri hekimliği alanına dair yukarıda saydığımız yetkileri elinden alındı. Bu kanunla TTB ve tabip odalarının sadece yetkileri kısıtlanmadı, aynı zamanda işyeri hekimleri de ciddi şekilde özlük hakkı kaybına uğramış oldu. Nitekim araştırma raporunda, görüşme yapılan işyeri hekimlerinin kendi çalışma koşullarına (ücretleri, çalışma saatleri, sosyal hakları vb.) dair pek çok sorunu dile getirdiğini görüyoruz. Bu sorunlar arasında işyeri hekimlerinin istihdam biçimi (OSGB’ler) merkezî bir yerde duruyor. 6331 sayılı kanunla adlarına OSGB denen, esasında işyeri hekimlerine görece düşük ücretlerle, pek çok özlük hakkından yoksun şekilde taşeron çalışmayı dayatan firmalar kuruldu. Böylece işyeri hekimliği ve tüm İSİG hizmetleri, OSGB’ler üzerinden kâr sağlanan bir alana dönüşmüş oldu. Kaybeden yalnızca TTB, ona bağlı tabip odaları ve işyeri hekimleri olmadı. Esas kaybeden işçi sağlığı alanı; kazanan ise patronlar oldu. Araştırma raporunun ortaya koyduğu başka bir gerçek, işyeri hekimlerinin dile getirdiği sorun başlıklarıyla işçilerinkinin birebir örtüşüyor oluşu. Hekimlerin tarihsel ve mesleki olarak avantajlı konumu kısmen sürmekle beraber bu konumunun günden güne eridiği raporun geneline yansımış. Buradan çıkarılacak sonuç, ortak birleşik mücadelenin gerekliliğidir.

Arvioitu 4.7 App Storessa
7 vrk ilmainen kokeilu
Kokeilun jälkeen 7,99 € / kuukausi.Peru milloin tahansa.
Podimon podcastit
Mainoksista vapaa
Maksuttomat podcastit